HER YENİ SAYFA BU SATIRIN HEMEN ALTINDA AÇILIR

Roman



...Akşam tekmilinde, yeni sucunun işini “baştan savma” yaptığını, şeftali bahçesinin demir-kemerli kanal köprüsü tarafında, bağın berisinde, küçük sekinin bulunduğu kısımdan sazlıklara kadar olan üç evlekten fazla yere hiç su değmediğini, 7 - 8 dönüm yere de doğru dürüst su gelmediğini, sucuyu uyardığını ama adamın bu kez de yeterli su salmadığını tespit ettiğini, çünkü bir gün önce sulanan yerlerin toprağı yaş iken, bir gün sonra su salınan yerin bir yarım günde neredeyse kuruduğunu gördüğünü söylemişti baş yardımcı kahya Ulvi.. İşte bu nedenle, Sasalı tarafındaki işlerini bitirir bitirmez, atına atladığı gibi, Koyundere ile ve konak arasındaki şeftali bahçesine doğru rahvan sürmeye başladı Patron Mustafa. Yol boyunca, pamuk ve tütün tarlalarından, çiftlik ihtiyaçları için ekili, ikişer üçer evleklik bamya, fasulye, domates ve hıyar tarlalarından geçti. 


Kah toplayıcılara, kah çapacılara takıldı, selam alıp verdi, kolay gelsin dedi, sorun dinledi, akıl verdi, çocuklarla eyleşti ve uçsuz bucaksız ovanın orta yerindeki bağa geldiğinde, şeftali bahçesi ile bağ arasındaki yol çatının kenarındaki 110’luk çınar ağacının eteğinde, razakı asmalarının bulunduğu uzun çardağın koyu gölgesine girip kısa bir mola vermekte karar kıldı. Atının başını tulumbaya doğru çevirdi. Sağında, 6 – 7 adım ilerisinde (çocukluk arkadaşı, marul düşmanı kaplumbağa) “mor benek”le karşılaştı. Böyle hızlı hızlı gittiğine göre işi acele olmalıydı ! Yalağa yaklaştığında ise, bir buçuk metrelik bir karayılanın, kıvrıla kıvrıla bağın içine doğru sıvıştığını gördü. Yukarıda, tam tepedeki kavurucu güneş, Menemen’e doğru göz alabildiğine uzanan buğday ve arpa güvezlerinin oluşturduğu haki - sarı denizin üstünden göz kamaştıran ışıltılı bir parlaklıkla yayılıyor, dört bir yanda salına salına yerden yükselen sıcak hava ardında ne var ne yoksa bulanıklaştırıyor, uzaklarda bir yerlerde seraplara dönüşüyordu..ve hele  yaklaşık 1.5 – 2 km ötede, konağın açığındaki 50'lik dev meşe ağacının bel vurup gerdan kıvırır gibi eğilip bükülmesi inanılmaz güzeldi. Keyiften olsa gerek, hafiften kişneyerek yalağa yönelen atının su içişini izledi.. Yemenisini çözdü, iç tarafını alnına bastırıp yanağına, sonra boynuna, sonra da bağrına doğru gezdirerek terini sildi. Ferahlamıştı. Hala daha su içiyordu hayvan. Kendisinin de susadığını fark etti. Tam o sırada, seki ile şeftali ağaçlarının ardındaki sazlığın arkalarından telaşla yükselen iki üveyiğin kanat seslerine başını kaldırdı. Kuşlar bir şeyden ürkmüş olmalılardı, yoksa böyle dikine dikine niye yükselsinlerdi ki? Derken, belki iki üç saniye boyunca, sazlıkların bitişiğindeki sekiye çıkan kemerli kanal köprüsünün üstünden koşarak geçmekte olan sarı ve mor entarili bir kadın görüntüsü beliriverdi. Allah Allah, burada, bu saatte kim olaydı? Aralarında kuş uçuşu 150 -200 metre kadar vardı. Köprüyü aştığında, susam tarlasını aşarak siyah üzümlerin bulunduğu küçük bağa girmesi, izini kaybettirmek için kestirme yaparsa sürülü tarlaya girip doğruca şeftali bahçesine yönelmesi gerekiyordu kadının. Bulunduğu yerden atını sazlıklara vurup geçmesi zaman alırdı, oysa doğrudan Kanal kıyısına giderse, sazlıkları arkasına alır, açık alanda en azından kim olduğunu görebilirdi? E hala daha ne duruyordu ! Yerinden fırladığı gibi atına atladı. Yediği mahmuzun şiddetinden, sahibinin ne kadar acelesi olduğunu fazlasıyla kavrayan hayvan ok gibi fırlayıp, kanal yönüne doğru dört nala koşmaya başladı. Daha bir dakika geçmemişti ki, sekinin yan kanala kavuştuğu noktada, dizginlere asıldı Patron Mustafa. Elini alnına götürerek karşıya doğru baktığında, başı açık, rengarenk entarili gençten bir kadının, sürülü tarlanın yarı ıslak topakları arasında zorlukla, şeftali bahçesine doğru koştuğunu gördü. Yemenisinin ucuyla gözlerindeki teri sildi, gözlerini kısıp biraz daha dikkatlice baktığında emin olması uzun sürmedi ; Hacer'di bu ! Atının başını üveyiklerin havalandığı yerin arkasına, köprüye doğru çevirip seki boyunca tırıs ilerlemeye başladı. İleride, sekinin yan kanalla buluştuğu yere yakın kimi sazlıklar arasında (muhtemelen Hacer'in de az önce geçtiği) ezik ya da kırık kamışlardan oluşan belirgin bir patika görülüyordu. Ama, pek taze bir patika gibi de değildi işte. Atından indi, merakla, giderek daha sık ve yüksek kamışların arasında açılmış dar ve labirenti andıran bir yolda ilerlemeye başladı. Derken, yerden bir karış kadar yukarıda ince dal ve yaprakların arasında asılı gibi duran allı sarılı bir bez barçası buldu. Bir eşarptı. Hacerin sürülü tarlada koşarken başının açık olduğunu anımsadı. Biraz daha gittiğinde de kamıştan kalın duvarların orta yerinde sanki yusyuvarlak, epeyce de geniş, kamış ve kuru ot karışımı doğal bir döşek ile karşılaştı. Sağda solda ezilmiş birkaç sigara izmariti, üzerine karıncaların üşüştüğü şeftali çekirdekleri, üzüm çilkimlerinden arta kalan saplar ile epeydir gelinip gidildiği, sıkça kullanıldığı ve çok kısa bir süre önce bir kez daha ziyaret edildiği anlaşılan oldukça kuytu bir yerdi burası. ..ve taptaze sümük gibi birkaç pislik. Girişin sağına göre karşı çaprazında, oldukça taze bir başka patika yol, muhtemelen aciliyetten doğmuş taze bir çıkış da seçiliyordu. Anlayacağını anlamıştı.Tulumbanın başına dönüp , yarım boy bir güzel su dökündü. Yemenisini yalağa sokup çıkardıktan ve birkaç kez çitileyip tulumba suyundan da geçirdikten sonra sıktı, çardağın bir köşesindeki çalıların üstüne yaydı. Kana kana suyunu içtikten sonra, en yakınındaki asmadan iki küçük razakı salkımı kopardı. Suyun altına tuttu. Dev çınarın dışarıdaki köklerinden birine oturup tane tane, kütürdete kütürdete yemeye başladı.


                                                                             ● ● ●

Askerdeki gibi bir telsizleri olsa tüm sorunlar biterdi. En azındanişler yarı yarıya kolaylaşır, çözümler hızlanırdı. Nerdee? Konaktaki, manyetolu telefonu yerinden oynatmak bile suçtu. Belediyenin yaptığı gibi bir hoparlör sistemi kurdursa, gene işini görürdü. Böyle şaşkın hayallerle, kanal boyunca, ahırlara çıkan yola doğru gitti. Beton köprüye yaklaştığında, uzaktan, kanalın öte tarafında, yola yakın erik ağaçlarının altında yarı çıplak birini gördü. Gömleğiydi, fanilasıydı nesi var nesi yoksa dalların çalıların üstüne asmış, sol elini başına dayamış, sağ kolunu boşluğa sallandırmış, yorgun ve perişan halde bir kayanın üstünde(e) pinekler gibi oturmuş, durup duruyordu ! Ağır ağır yaklaşıp, atının üzerinden seslendi:

- Ne o ? Karadenizde gemilerin mi battı Muharrem Efendi?
   
Öcü gürmüş gibi ve acılar içinde zıpladı Muharrem :
     
- Amman ! Amman be yahu? Ödümü koparttın Mustafa Kahya.  Öhhö, öhö,öhöööööö !
     

- Ne var korkacak? Öcü müyüm ben? 

           
- Dalmışım ben de.

- Hayırdır, buralarda bu saatte ?
            
- Yok be yahu. Canım şöyle bir gezmek istediydi. Sıcak basınca kanala girdiydim.

- Belli belli ! Ooo.. Yayan, buralara kadar geldin ha. Sen çok da yol yürümüşsündür.
- ...
- Hem de bu akıntıda yüzmüşsün! Üstündeki pantalon yaş, donun gömleğin ıslak. Demek ki giysilerinle suya girdin. Göbeğindeki şişkinliğe bakılırsa da bayağı bayağı su yutmuşsun, oran buran da çizilmiş, yara bere dolmuşsun !
- ..

- Deyiver gayri birşeyler be ya ! Dur ben sana yardımcı olayım; bir şekilde, üstündeki elbiselerinle birlikte, mesela kemerli demir köprünün oralardan kanala girip karşıya Şeftali bahçesine geçmek istedin, su seni 500 metreden fazla sürükledi. Bereket versin önüne savak çıktı. Bindirdin. Allah acımış Allah ! Bildim mi delikanlı?
- ..
- Yardıma ihtiyacın var mı Muharrem Efendi ?

- Yok ! Sağol Mustafa Kahya.
- E hadi, ben gideyim o zaman. Yahu dur,  bak şimdi aklıma geldi, şu bez parçasını sazlığın oradaki döşekte buldumdu. Kupkuru en azından. Al da bari, başına poşu yaparsın !
             
Hacer’in eşarbını top yapıp Muharreme doğru fırlatırken, başını çiftliğe doğru çevirdiği atını mahmuzladı Patron Mustafa.

                                                                             ● ● ●

Hacer, Yaşar Fehmi’nin Manisa’lı zengin bir üzüm tüccarının aileden zengince eşi Vuslat adındaki bir kadınla olan yasak bir ilişkisinin ürünüydü. Şeytana uyup, Emiralem’deki bir bağ evinde, bir ay içinde topu topu iki kez beraber olmuşlar, kadının erkeksi, hükmeden ve zaman zaman sırnaşık tavırları Yaşar Fehmi’yi rahatsız etmiş, bir daha arayıp sormamış, aradan üç yıl geçtikten sonra bir düğünde karşılaştıklarında kucağında gördüğü üç yaşındaki kız çocuğunun o beraberliğin ürünü olduğunu sonradan, Vuslat’ın özel ulak bir haberci ile çift zarf içine koyup gönderdiği kişiye özel bir mektuptan öğrenmişti. Yaşar Fehmi’de olduğu gibi, Hacer’in de sağ ayak topuğunda ve sırtında sağ küreğinin altında siyah birer ben vardı. Gözleri Onun gibi elaydı. Uzun parmakları, uzun tırnakları ve yapışık kulak memeleri ile onun kızıydı. Kadın, sadece bilmesini istediği için bu satırları yazmıştı. Hacer’in varlığını Yaşar Fehmi’nin ölümünden 4 ay kadar sonra, tavan arasından çıkma küçük bir sandığın içindeki zati eşyalarını karıştırırken, kapak ile saç süslemeleri arasına sıkıştırılmış bu mektubu tesadüfen bulduğunda öğrendi Salise Hanım. Hemen Patron Mustafa’yı çağırttı, mektubu okudu ve “git bir öğren bakalım Kahya dedi. Ne alemdeler, neler yapıyorlar? Gerekirse konuş! ”Başüstüne Hanımım" diyerek kapıdan çıkmış ve ertesi gün akşam üstü görevini bihakkın ifa etmiş olarak geri dönmüştü Mustafa. Kadın ve kocası 4 yıl önce bir yangında ölmüşlerdi. O zaman 10 yaşında olan kızcağız mucize kabilinden kurtulmuş, Emiralem’deki teyzelerinden birinin yanına sığıntı olarak yerleşmişti. Halleri fakirdi. Ertesi sabah, erken saatte bir karaço hazırlattı Salise Hanım. Kahya ile birlikte emiralem yoluna koyuldu ve o günün akşamında yanında gayriresmi evlatlığı hacer ile birlikte konağa geri döndü. Kocasından canlı bir anı ya da miras saydı, diğer evlatlarından da pek ayırmadı Hacer’i, ama yarı üvey küçük kızın ablaları Şerife ve Cahide ile ağabeyi Cahit’in eğitimlerine yetişmesi, aradaki farkı kapaması imkansız gibi görünüyordu.
           
Zaten, okumak da istememiş ve okuyamamıştı Hacer. Konağa getirildiğinin ayına varmadan, bir Hıdırellez gecesinde karşılaştığı tütün eksperi Kadir’in “patavatsız – densiz, yalanın dolanın kölesi, aylak ve beceriksiz oğlu sarı Muharrem” ile karşılaştı. Düz sarı saçlarına, mavi gözlerine kapıldı oğlanın. Belki bir yıla yakın o kuytu, gözden ırak köşelerde görüştükten sonra, ovanın ortasında, kemerli kanal köprüsünün yakınındaki sazlıkları keşfedip, biraz saman, biraz da çimenle yumuşattıkları döşeklerinde, en az haftada bir gün buluşup sevişmeye başladılar. Patron Mustafa’nın atı kişnemeseydi ya da telaş etmeyip kahyanın gitmesini bekleselerdi,bir kez daha Muharrem’in olacaktı Hacer. Aslında olmuştu bir bakıma; Tam da memelerini emerken boşalmaya başladığı ve tam da atın kişnediği o anda Hacer altından kurtulup giysilerine saldırmamış olsaydı, bir eli yerde, diğer elinde aleti, kesik kesik boşalır halde, dizlerinin üstünde kalakalmayacaktı Muharrem. Korkudan altına işeyen, donunu, gömleğini, şalvarını üstüne geçirdiği gibi köprüye doğru koşmaya başlayan Hacer’den 8-10 saniye sonra ve onun gittiği yöne göre çaprazdan kanala doğru kaçmaya başlamış, tam sekinin tepesine geldiğinde yüz metre kadar ilerisinde, atının üstünde kahyayı görerek, “son çare olarak” kendini suya bırakıvermişti. Kuvvetli akıntıda, sağa sola çarpa çarpa sürüklenmeye başlayıp, bata çıka dünyanın suyunu yuttuktan sonra, iyiden iyiye dünyasının karardığınına inandığı o an, olanca hızıyla kanalın ortasındaki savağa bindirivermişti. Dayanılmaz acılar içinde, son bir güçle, savağın bir çıkıntısına tutunmuş, belki bir 10 dakika öylece, nefes nefese kalmış, gücünü topladıktan sonra kanalın diğer tarafında toprağa çıkıp, erik ağaçlarının bulunduğu yere kadar zor atmıştı kendini. Ölümlerden dönmüştü !..

                                                                       ● ● ●

O gece, sağ omuzu davul gibi şişti Muharrem’in. Babası Kadir, günün ağarmasına iki saat kala kapısını çalıp, Patron Mustafa’yı uyandırdı. Merdivenden düşmüşmüş de, kimseye söylememişti kerata. Altına, içi saman dolu çuvallardan döşek serip,tek at koşulu bir arabanın arkasına yatırdılar Muharrem'i. Başını babasının dizine koydular. Debelenmelerine ve avaz avaz bağırışlarına aldırış etmeden, Koyundere’deki bir kırık çıkıkçıya götürdüler oğlanı. Bereket versin, omuzundan çıkmıştı kolu. Başka birşeyi yoktu. Tekerlek ve nal sesleri uyanıp, çıkıkçıya gelenlerin kimler olduğunu anladıktan sonra tekrar yataklarına dönen komşular, “karı gibi” bağırıp ortalığı birbirine katan Muharrem’in kolu yerine oturtulurken bastığı son feryattan sonra uykuya dalabildiler ancak.

Sabahın ilk ışıkları Yamanlar dağının ardından yükselirken, Çıkıkçı Emin’in kapısının önünde yem torbasını atın başındanalıp, yastık gibi altına koyduktan sonra geme asılırken, “deeh” dedi Patron Mustafa. Bu sese ve sesin tonuna alışkın hayvan, kendisinden istendiği kadar güçle asıldığı koşumlarının içinde harekete geçti ve tırısta Çanakkale yoluna doğru koşmaya başladı. Şoseye geldiklerinde, ucu bucağı belli olmayan, atlı bir süvari alayından oluşan uzun bir askeri konvoyla karşılaştılar. Bazen süvarilerin arkasında yük taşıyan 2-3 katır, bazen de 2-3 katırın çektiği bir top, erzak ya da mühimmat arabası ile insanın içini ürperten bir manzaraydı bu. Allahtan, konvoyun sonuna denk gelmişlerdi. Önce şoseyi, hemen sonra da demiryolunu henüz geçip ikiyüz metre gitmemişlerdi ki, giderek net bir şekilde, arkalarında bir yerlerden gelen çok güçlü bir tren gürültüsü sardı ortalığı. Derken, iki kısa bir uzun ve keskin mi keskin düdük sesleri ağaran günü yarıp ovaya yayıldı. Patron Mustafa arabayı durdurdu, oturdukları yerde arkalarına dönüp, tren yoluna doğru baktılar. Trenin gümbürtüsünden ve düdük seslerinden ürken kuşlar, orada burada otlayan birkaç büyük baş hayvan ve yol kenarında yem didikleyen tavuklar telaşla kaçışıyorlardı. Bu saatte, buradan tren miren geçmezdi. Demiryolu boyunca, yolun iki tarafında dizilmiş sazların, otların çalıların ve ağaçların arasından, art arda bağlanmış iki büyük buharlı lokomotifin çektiği, belki iki kilometre boyunca uzayıp giden, sonu gelmez bir katardı gördükleri. Sabahın sessizliğini delen büyük bir gürültü ve arkadaki alacakaranlık fonun önünde, siyah silüetleri ile bacalarından bembeyaz dumanlar tüttürerek, az önce geride bıraktıkları geçitte, toprak yolu yararcasına geçiverdi lokomotifler. Bir film şeridi gibi, ikinci lokomotiften sonraki 4 yolcu vagonunu, tanklar toplar yüklenmiş açık vagonları, üzerlerine muşamba ve branda türü kılıflar geçirilmiş mitralyözleri, tekerlekli uçaksavarların ve üst üste konulup sıkı sıkı bağlanmış binlerce sandıktan oluşan mühimmatın geçişini izlediler. Her açık vagonun üstünde elinde silahı ile en az bir asker ve bazı ara vagonlarda olduğu gibi en son vagonun üstünde de başında ayrıca 2 - 3 asker dikili, her an ateşe hazır bekleyen bir uçaksavar makinelisi tüfek görülüyordu. Belki son bir ipucu yakalamak umudu ile bir süre daha, uzaklaşan katarın arkasından bakakaldılar. 

Tam o esnada, belki elli metre üzerlerinden, büyük bir cazırtı ile tek kanatlı bir uçak geçti. Deri başlığı ve kenarlı - kara kara gözlükleri olan pilotu bile seçiliyordu. Arkasında, kara dumandan girdaplar bırakarak trenin gittiği yöne doğru yükselmeye başladığını gördüler.

Korku dolu, donuk bir ifade ile kahyaya doğru döndü Kadir : “Hayırdır Kahya ?!!!”

                                                                     ● ● ●
Amerikan - Marshall yardımından kalma eski jeep, İstasyon’daki tantanların önünde, Başkomiser Cevdet’in de binmesiyle, az önceSalih beylerin evinde arama yapan yolcularını bu kez Muharrem’in bulunduğu mekana doğru taşımaya başladı. Değişmez bir hızla ve içindekileri hoplata zıplata arnavut kaldırımı taşlarıyla döşenmiş dar sokakların birinden diğerine geçtikten sonra, Nergis’ten marul tarlaları arasından kestirme yapıp Bostanlı’nın sessiz ve ıssız bir köşesindeki boş tarlalar arasında serpiştirilmiş gibi duran, dereye cepheli ve ağaçlarla çevrili müstakil evlerden birinin yakınında, yaşlı bir incir ağacının kuytusuna girdi. Hemen aşağıya indiler. Karşılarında, 100 metre kadar ötedeki panjurlu ve bahçeli evin az ilerisine biri son model, iki otomobil park etmişti. Başkomiser Cevdet, üniformalı memurunun kolundan tuttu, arka ve sağ bahçe duvarlarının kesiştiği köşeyi gösterip “sen orada duracaksın, olacağından değil ama bir terslik çıkar da sarı saçlı, orta boylu, Diyarbakır karpuzu gibi göbekli, koca götlü bir herif kaçmaya kalkarsa tut ya da bu tarafa doğru sür, sakın ola ki tek el dahi havaya sıkmayasın” dedi, sonra da Necip’e dönerek “Kapıyı çal, kim çıkarsa çıksın kendini tanıt. Nermin’i iste, komiserim orada, görüşmek istiyor de, al getir”.. İki üç dakika sonra, karşıdaki binanın bahçe kapısındaki lambanın (kapısı lambasının) önünde, son derece uyumsuz bir çiftin silüeti belirdi. Arkalarında bu ışık, yukarıda yarım ay(ramazanın ilk günü ne olur ayın şekli?), gecenin bir vakti, bomboş bir tarlada incir ağacına doğru yaklaşan iri kıyım cüsseli, düşük ve dar omuzlu köylü çocuğu Necip’in ve içinde gecelik türü kıpkırmızı satenden mini ve dekolte mi dekolte bir elbise, üstünde beyaz sabahlığı ve ayağında beyaz simleri ışıl ışıl parlayan oldukça sivri topuklu ayakkabıları ile toprak topakları arasında güçlükle yürüyen Naylon Nermin’in yarattığı garip, komik ve özünde çok farklı iki kültürü ve yaşam felsefesini barındıran, eşsiz bir çelişkinin görüntüsüydü bu. Birinin gözünde müşfik ve çilekeş bir ana, korunası bir bacı,doğurgan bir kader arkadaşı ve bir arkadaş emaneti kadar kutsal bir varlık, diğerinin gözünde zevk ve sefa aracı, para tuzağı, olabildiğince körpe ve çekici kalçaları, baldırları, bacakları, memeleri ve kumbarası olan (tercihan konuşkan) bir şehvet makinesi, canlı bir sermaye demekti kadın.

Böylesine biribirinden uzak ne insanlar ve daha ne hayatlar vardı şu dünyada. Yeni evli, saf ve tertemiz Anadolu çocuğu Necip, belli ki Naylon Nermin’in rahat yürümek ya da düşmemek adına kah omuzuna kah koluna tutunan pervasız kadın elinden (ve bir o kadar da fütursuz dilinden) iyiden iyiye huzursuz olmuştu ve belli ki bir yandan görev sorumluluğuna, diğer yandan da evinde yolunu gözleyen canı ciğeri - bir tanesi taze karısına dair (ihanete varan) karmakarışık duygular arasında gidip gelmesine yol açan neden olacak kadar büyük sıkıntılara boğulmuş, daralan nefesine de, bozulan adımlarına da hükmedemez olmuştu.

Taş çatlasa 45 yaşında, orta boylu, balık etinde, dolgun memeli, iri badem gözleri, hokka burnu, kalın dudakları, sivri bir çenesi,simsiyah uzunca saçları ve kadife gibi bir cildi olan, vamp görünümlü, güzelce ve bakımlı bir kadındı Nermin. Zenginlere ve yüksek bürokratlara yemekli, çalgılı - çengili hizmet verir, temizliğe ve kızlarının sağlığına çok dikkat eder, hiçbirinin hakkını yemez, müşterilerini de çalıştırdığı kadınları da özenle seçer, randevu evi işletmek dışında hiçbir yasa dışı işe bulaşmaz, bu haliyle hem büyük bir boşluğu doldurur, hem de hatırlı kişilerce sağladığı koruma ile sorunsuz, evini çalıştırırdı. Korkmadan, mesleğini belli edercesine ve muhtemelen dikkat çekmenin sağladığı özel bir tatminle, dekolte kıyafetler içinde, dudaklarından hiç eksik etmediği koyu kırmızı ruju, göz kapaklarındaki rengarenk farları ve kalın konturlu sürmeleri ile dükkandı, çarşıydı, pazardı demeden arada bir ortalık yerlerde gözükür, her yere girer çıkar, uluorta bağıra çağıra konuşur, histerik kahkahalar atarak geçtiği yerlere izlerini bıraktıktan sonra uzun süre dışarı çıkmazdı. Ama, çalıştırdığı kadınlardan hiçbirini, bir kez bile sokakta gören olmamıştı. Dahası, yılda iki kez nisan ve ekim aylarında asla randevu kabul etmez, İstanbul’a ya da Adana’ya “mal alıp satmaya ve takasa gittiği” söylenirdi. Ekim ayı geldi mi ayrıca, tüm evin badana ve boyasını,adeta yeni, baştan tefrişini yaptırırdı. İşyerini, öğleden sonra dörtte açar, sabah 7’de kapatırdı. Bir de, asla ve asla müşterisi ile ilişkiye girmezdi. (Zaten, günahı boynuna, emniyet müdürünün metresi olduğu söyleniyordu). Böylesine benzersiz bir iş disiplini olan, mesleğine aşık bir kadındı Naylon Nermin. Olay çıkaranı sevmez, mütecaviz davranışlara da izin vermezdi. Bir keresinde aşırı sarhoş olup, ortalığı birbirine katan bir başkomiseri, müşterilerinden bir vali muavini ile iktidardaki demokrat partiden bir milletvekilini devreye sokup tayin ettirdiği de bilinirdi.

- Merhabalar Başkomiser bey. Böyle, buralara kadar geldiğinize göre, çok önemli bir nedeni olmalı.

- Merhabalar Nermin Hanım. Aciliyetten dolayı önemli. Arabalara bakılırsa, içeride çok önemli   misafirleriniz de var anlaşılan. Şimdi, görünüp kimseleri tedirgin etmeyelim dedik. 
Uzatmayayım,  Sarı muharrem’in bir tanıklığına gerek var. Ürkütüp ortalığı bulandırmadan 

buraya yollarsanız..

- Sarı Muharrem mi? Ay o pısırık, yılışık, görgüsüz adam. İğğğyy, soğuk nevale. Ay iyi..Başka?

- Başkası yok ! Hepsi bu kadar.

- Ay tamam. Aman al başkomiser bey kardeşim de, bak şimdi bu ayakkabılarla o yoldan yayan  yollama beni. Şu jeeple bırakıver işte, adamı da alırsın, hem işin de çabuk görülür.

- Olur tabii. Eh, hadi o zaman hep birlikte, şu karşı köşeye kadar bir gidelim bakalım.
         
Daha önce hiç "aşk" satın almamıştı. Başka evler için 10’luk 15’lik lafları da duyar ederdi ama, hele böylesi lüks bir mekanda, kaliteli mallarla, yemekli, fasıllı bir gecelik kaçamağın kaça patlayacağını da kestiremiyordu bir türlü. Düşündü düşündü, baktı ki şimdi sormasa, uzun süre aklından silemeyecek ve kendi kendine kızıp duracak, dayanamadı; Pat diye soruverdi :
            
- Nermin Hanım bir gecelik tam bir eğlenceye ne alıyorsun?

Nermin'in bir anda koyuverdiği o müthiş kahkahaya inanamadı Başkomiser.
- Ayol bu ne şimdi,  sokak ortasında sorgu mu bu ayol ?

- Yok canım.  Benimkisi sadece mesleki bir merak.

- Mesleki bir merak ha; İyi o zaman; Yenilen içilen dahil, eski dostları 60, Muharrem gibi cebi şişkin uyuzları 70 kağıda (papele) mest ediyoruz. Gel bir gün benim misafirim ol. Gerçi ondan sonrasına karışmam diyeceğim ama, aslında senin gibi hem de memur bir adama uymaz bu alem, kendine de çoluğuna çocuğuna da yazık edersin.

- Yok canım, ne münasebet. Eksik kalsın.

Gecenin sessizliğini bölen kanun ve klarnet sesleri arasında, beş altı dakika bekleyecekleri zannıyla, panjurları sıkı sıkı kapalı evin biraz ilerisinde dikeldiler. Komiser Cevdet her iki memuruna da birer birinci sigarası uzattı. Henüz iki üç nefes çekmişlerdi ki evin kapısı açıldı ; İlginçtir ki, Naylon Nermin’in içeri girmesi ile Sarı Muharremin elinde bir çift ayakkabı, sokak kapısının önünde belirivermesi hemen hemen aynı anda denecek kadar çabuk olmuştu ! Muharrem kapının önünde bitivermişti bitmesine (bitivermesine) de, saçı başı darmadağındı, düğmelerinden-nin birkaçını üstelik de alttaki düğme üstteki iliğe geçecek şekilde ters taktığı yetmezmiş gibi, gömleğinin bir yarısı pantalonunun içinde diğer yarısı meydanlardaydı, pantalonunun önü açıktı, kemerinin ucu önünde sallanıyordu ve tir tir titrer halde bir türlü giyemediği ayakkabılarını, topuklarına basıp terlik gibi ayağına geçirdikten sonra merdivenlerden inip bahçe kapısına ulaşıvermişti bir anda.; Daha bir dakika önce, zevkler içinde, tam da boşalırken, Naylon’un kapıyı gümbürdetip “Muharrem bey çabuk başkomiser Cevdet aşağıda seni bekliyor” demesiyle dünyası kararmıştı ve şimdi eşşekten düşmüş gibi şaşkın ve korku dolu gözlerle, kaderine katlanmaya razı gibi görünüyordu.
            
“Gerçekten de ilginç; kimbilir hangi hallerdeyken, nasıl haber ettiler ve ne dedilerse, belli ki yattığı yerden fırlayıp apar topar donunu gömleğini üstüne geçirivermiş adam işte de, ulan bu herif bu kadar kısa sürede bu kadarını bile nasıl yaptı yahu. Vallahi de billahi de gerçekten de çok ilginç” diye içinden geçirip, gülmemek için kendini zor tuttu başkomiser. Oysa, yıllar önce kemerli demir köprünün dibindeki sazlıklarda, tam da boşalırken aniden Hacerin altından kaybolduğu o anı; Muharremin Patron Mustafa’ya yakalanmamak için son hızla kaçarken, bir yandan da (artık nasıl becerdi idiyse) donunu gömleğini ayağına geçirmeyi başarabildiğini bilseydi, gülmekten altına işerdi belki de.
- Gel bakalım Muharrem beyyy !

- Kim? Ben mi ? Yahu Cevdet bey; Aman be yahu, yüreğime indireceksin ! Söylesene neler oluyor  yahu?

- Dur, heyecanlanma. Korkma da. Sadece bir tanıklık için aldık seni. Bizimle karakola kadar geleceksin, şu çikolata kutusundan çıkan beşyüzlükler hakkında ifade vereceksin, sonra ne haltın varsa ye !

- Oh bee.. Yahu öldürdün vallahi Başkomserim.  İyi de, yahu ben onları..

-Tamam tamam, bin şöyle arabaya, yolda anlatsın.

Gene hoplaya zıplaya, karakola doğru yola koyuldular.

..birisi Salih beyin başına bir çorap örmeye kalkmış, ama öyle anlaşılıyor ki iftiradan, suç  tasniinden falan kendi başını yakacak herif. Şimdi sana soruyorum Muharrem bey, Dün akşam Salih beye borç verdiğin bir parayı almak için gelmişsin. Parayı beklerken, pastaneden bir paket  gelmiş sen açmışsın, içinden 2 beşyüzlük çıkmış, sen de o kadar alacağın olduğu ve trene  yetişmen gerektiği için o parayı alıp çıkmışsın.

- Ne var bunda ?

- Dur be yahu. Bir şey olduğundan değil. Bunun hikayesi uzun. Ben şimdi sana soruyorum. O iki beşyüzlük.. yani dün akşam kutudan çıkan iki beşyüzlük duruyor mu sende, yoksa harcadın mı, ne yaptın? Sadece buna cevap ver.

Muharrem durdu. Bir süre düşündükten sonra, "Hiç kimse o kadar parayı yanında taşımaz, evde bir yere koydum. Orada duruyor işte” dedi.  

- Dün akşamki 2 beşyüzlükten bahsediyorsun değil mi, o çil çil 2 adet beşyüzlük banknottan.

- E tamam canım. Evet başkomiserim. Kutudan çıkan banknotlar işte de, ne olmuş ki onlara, yoksa sahte falan mıymış paralar?

Başkomiser güldü. İşini sağlama almak ve biraz da eğlenmek için eline bir fırsat geçtiğini düşünerek sahteymiş diyecek oldu. Sonra vazgeçti. 


- “Salih beyin şikayetindeki paket ve çikolatalar da aynı ama paketten çıkan paraların seri 

  numaraları adamın şikayet dilekçesinde bildirdiklerine uymuyor ! Anlatabildim mi?

  Olayın aslını astarını Salih beyden dinlersin artık” dedi. “Sen şimdi o beşyüzlükleri al, ben de sana dün akşam Arif beyin getirdiği 1000 lirayı vereyim. Bir de tanık sıfatıyla imzanı alacağız, bitti  gitti. Tamam mı Muharrem bey?

- Oh be yahu. Tamam tamam da, gözünü seveyim hanımdı, bacanaktı..Nermin olayını duyarlarsa rezil rüsva olurum. Bak yuvam yıkılır, elini ayağını öpeyim Cevdet başkomiserim.

- Hanımına Soğukkuyu’da sabahçı kahvesindeymiş dedik. Sen o beşyüzlükleri             harcamadığına dua   et ! Bir de, şu üstüne başını çeki düzen ver bakalım.

- Amman be yav. ; Dur, elini ayağını öpeceğim.

- Bırak şimdi yavşamayı Muharrem Efendi. Tamam artık !

O ana kadar herşey iyiydi. Ne var ki, alkolün de etkisiyle çenesi düştükçe düşüyordu Muharrem’in. Ne ettilerse susmuyordu adam. Ama, daha sonra başlarına gelecekleri bilselerdi bu kadarına bin kere razı olurlardı aslında. Birincisi, araba, vapur gibi taşıtların sallanmasından mütevellit müzmin bir sorunu da vardı herifin. Esasen, fasıl sırasında yemeği de fazla kaçırmış olmasının da etkisi ile bulantısı da arttıkça artıyordu işte. "Aman be yahu, yavaş be yahu" dediyse de dinleyen olmamıştı zaten. Sonunda, olacak olan oldu : Nermin’in evinde yediği içtiği ne var ne yoksa hepsini, bir bulamaç halinde ve iki hamlede öndeki iki koltuğun arasına boşaltıverdi Muharrem. Kusmuğun bir çeyrek kadarından sol omuzundan aşağı doğru nasibini alan Cevdet Başkomiser kendini dışarı zor attı; Sinirinden tepindi, jeepin kaportasını yumrukladı, söylendi durdu. Uzunca bir temizlik işleminden sonra da, elinde üniformasının gömleği, belinden yukarısında sadece bir atletle ön koltuğa yerleşip “gidelim” dedi.

Yolculuklarının kalan kısmının sessiz ama kusmuk kokulu geçen ilk birkaç dakikasından sonra Muharrem yeniden sahneye çıktı: Rahatlamanın da verdiği bütün vurdumduymazlığı ile açıldıkça açıldı, artık düşmez dedikleri çenesi ile neşelendikçe neşelendi, şımarıp fıkralar anlatarak kendi kendine güldü, yılışık yılışık yediği haltlardan söz ederken erkekliğinden dem vurdu. Kendi kendini yere göğe sığdıramadı. Densiz densiz ha babam de babam konuştu. Ne yaptılar ne ettilerse de yeniden başladı. Bütün bunlarla da yetinmedi: Küçük bir gök gürültüsü ile karışık, öyle bir şiddetle osurdu ki aracı durdurup kendilerini tekrar dışarı atmak zorunda kaldılar.

Cevdet komiser çıldırma noktasındaydı: 

- Höst lan, çüşşş ! Bir tek üzerimize sıçmadığı kaldı pezevengin. Oğlum sen, kıçına başına sahip olsana lan! Sizler daha önce böyle bir mahluk gördünüz mü arkadaşlar? Neler yaratıyorsun  yarabbi!

Yüzsüz yüzsüz atılıp mazeretini yapıştırdı Muharrem:
- Bilmiyorsunuz tabii, haklı olarak kızıyorsunuz ondan sonra da. Ama, bende fistül var   Cevdet  Başkomserim, tutamam yani !..

- Ne yok ki? Sende maşallah herşey de var ulan. Yok yok dinini s.. minin pezevenginde.   Binin lan arabaya. Bir de bu osuruklu ve boklu halinle, orospu beceriyorsun. Vay o karıların da haline..

Ta ki evlerinin önüne gelinceye, yani son metrelere kadar konuşmasını sürdürdü, Susturmaya niyetlenecek güçleri de kalmamıştı artık. Kaderlerine razı olup katlandılar adama. Jeep’ten inerken oldukça sesli ve kokulu son bir eylem daha yapıp, acele adımlarla evine girdi, doğruca yüklüğe yönelip, bir köşede dikine duvara yaslanmış dikine duran galvanizli soba borularını bir kenara itti. Taburenin üstüne çıktı; en arkada tam köşeye alttan üstten çivilerle sabitlediği 2 metrelik borunun tepesine tıkıştırdığı kağıt topağını bir eline aldıktan sonra diğer elini borunun içine daldırıp özel yapım ince uzun ve üç bölmeli “hazine kutusu”na ulaştı. Aşağı indi. Ağızına kadar cumhuriyet ve reşat altınları, yüzüklü, bilezikli, incikli incili boncuklu çeşit çeşit takılar ve deste deste banknotlarla dolu kutunun en üstündeki iki beşyüzlüğü alıp ceketinin iç cebine soktuktan sonra gene tabureye çıkıp kutuyu yerine koydu. Gazete topağını yerine oturtmuştu ki, Hacer’in “hayırdır Muharrem” diyerek ayağına dokunması ile birlikte irkildi, dengesini kaybettiği gibi, boruydu, hurçtu, bavuldu ne var ne yoksa “can havliyle tutunmaya çalıştığı herşey” ile birlikte ve büyük bir gürültüyle tepe taklak aşağı yuvarlanması bir oldu. Bağırmaya bile zaman bulamamıştı. Her yanı, sızım sızım sızlıyor, sanki zorlukla nefes alıp verebiliyordu. Uzunca bir süre yerde kıvrandıktan sonra, tüm ağrı ve sızılarının giderek sağ omuzuna doğru toplandığını hissetti. Hiç de yabancısı olmadığı dayanılmaz bir acıydı bu. Doğrulmaya çalıştı.Sağ omuzundan sonrası komut almıyordu. Galiba, gene kolu çıkmıştı. İniltiler arasında “aman be Hacer, amman be yahu” diye iki büklüm ayağa kalktı. Acılar içinde, bağıra söylene, belden yukarısını oynatmamaya çalışarak, ayaklarını sürüye sürüye büyük koltuğa kadar geldi. Niyeti, yavaşça oturup sol yanının üzerine yaslanmaktan ibaretti. Ne var ki, daha yarım çömelmesi ile birlikte boşluktaki kolunun bir nebze de olsa sallanması kaçınılmaz oldu: o acıyla koltuğa yığılırken çok daha büyük bir depreme uğradı Muharrem; feryat figan, bir “yandım Allah” patlattı ki, jeep’in içindekiler bile oturdukları yerde zıpladılar.

- Bir koşu bakın bakalım Necip, neler oluyor içeride?
- ...
- …
- Tabureden düşmüş, “ kolum kırılmış olabilir” diyor başkomiserim.

- La havle vela kuvveti illa.. Ulan nereden çıktı bu şimdi? Çattık yahu ! Kalksın gelsin, kaldırın  getirin olmazssa, bir bakalım çaresine.

- Değil kaldırmak, tutmak bile mümkün değil başkomiserim, daha dokunurken avaz avaz bağırıyor.

- Ulan ne biçim herif bu? Bağırta bağırta da olsa getirin pezevengi; şu parayı versin önce, sonra da götürün,  atın Devlet Hastanesine!..


Kısa bir süre sonra Hacer hanım’ın telaş içinde, sokak kapısının ikinci kanadını da açtığı görüldü. Hemen ardından, “iki memurun elleri arasında havada bir koltuk, üzerinde de Muharrem”, en üst basamakta belirdiler.

Hayretler içinde, Muharremin her basamaktaki avazlarıyla birlikte merdivenlerden inişlerini ve koltuğun arabanın yanına bırakılışını izledi Başkomiser.

- Ne oluyor ?!..
- Brandayı söküp arkaya..

- Sıçtırtmayın lan brandanıza ! Ulan sirk mi burası? Palyaço muyuz biz? Elin karı kılıklı herifinin oyuncağı ettiniz lan bizi.

Geçin şöyle bakayım !.

Şimdi, iki memur da muharremin bulunduğu koltuğun hemen arkasında yarı hazırolda bekliyorlardı.

Bir eli belinde, koltuğun önünde gidip geldi. Bir muharrem’e, bir memurlarına baktı, Sonra kendini kaybetti : “Ne lan bu ! Bu ne lan ! Şu halinize bakın.Ulan eşşek kadar adamlar. Ulan herif kolun çıksa ne olur, kopsa ne olur. Çük kadar veletler basmaz bu kadar yaygarayı ? Dadın mıyız biz? Ulan sizler de mesleğin de içine ettiniz lan. Bir tek ana kuzularına tahtıravanımız eksikti” diye gümbür gümbür bağırmaya başladı. Adeta çıldırmıştı.
Aniden sustu. Muharreme döndü, eğildi, yavaş adımlarla gözlerinin tam içine baka baka yaklaştıktan sonra, başını alnına yasladı, elini beline doğru götürüp tabancasını kılıfından çıkarttıktan ve horozu kaldırdıktan sonra namluyu şakağına dayayarak, “Behey göt efendi ! “ dedi, “bu akşam bir tek kıçını pamukla sildirtmediğin kaldı pezevenk oğlu pezevenk”. “Bak güzellikle söylüyorum Muharrem Efendi ! Ecelin benim elimden olmasın. Bak çoluğum çocuğum da var, sana 10 saniye süre; ya kelimeyi şahadet getir ya da adam gibi bin lan şu dinini s... minin arabasına! “

O anda, çektiği bütün acıları unuttu; berbat bir yüz ifadesiyle ve paytak adımlarla jeep’e gitti, geçip öne oturuverdi Muharrem.

Feryatlarını yola saklamıştı !

Yoldan geçenlerin oluşturduğu 15 -20 kişilik bir yarım halka, civardaki bütün pencere ve kapılarda konu komşular, sessiz ve hayret dolu bakışlarla onları izliyorlardı.

- Ne bakıyorsunuz, bari siz de çıkarın şu padişah koltuğunu yukarı !

Aynı anda, halkayı oluşturan yurttaşlardan başlayarak, dışarıya doğru yayılan bir alkış ile birlikte, bravo seslerinin yükseldiği bir şamatadır koptu. 


Alelacele şoför koltuğunu öne yatırıp, önden atletli başkomiser Cevdet , arkasından Necip arka koltuğa geçtiler, üniformalı memurun da direksiyona atlamasıyla araba ok gibi yerinden fırladı. Fırladı fırlamasına ama, süspansiyondan nasibini alamamış böyle bir aracın, taş döşeli bir zeminde hem de Muharrem gibi bir yolcusu ile yola koyulması düşünülebilecek en son çözüm olabilirdi. Jeepin hareket etmesi ile birlikte, feryat ve figan adına içinde ne varsa, daha önce suskun puskun otururken biriktirdikleri ile birlikte dışarı saldı ; öyle bir bağırdı ve öyle bir inledi ki iyilikle, azarla, tehditle, ağzını kapatmayla yola getiremediler. Gören duyan da, alenen işkence yaptıklarını sanırdı. Topu topu iki kilometrelik karakol mesafesinin yarısını katettiklerinde, aracın içinde bulunmak dahi tam bir eziyete dönüştü. Disiplin ve ciddiyetle yoğurulmuş başkomiser bu kabusa daha fazla dayanamadı: “Hata ettim çocuklar” dedi, “bu götvereni sizin usul tahtıravanla götürmek ya da oracıkta canını almak varmış. Kabahat bende oldu”. Karakol ayrımına 100 metre kala jeepi durduttu. “Ver lan şu parayı” dedi, “bendekini de sonra gelir alırsın”. “Ben, gördüğünüz gibi, elimden bir kaza çıkmadan iniyorum çocuklar. Yürürüm daha iyi anasını satayım. Dediğim gibi, siz bu herifi bağırta bağırta hastaneye götürün, kapının tam önüne bırakın ve dönün! Biraz da doktorlar uğraşıp dadılık yapsınlar pezevenge” dedikten sonra aşağı atladı. Araçtakilerin son gördüğü başkomiserin hemen oracıkta, yüksek sesle birbesmele çektikten sonra, ellerini göğe açtığı ve muhtemelen bir elham okumaya başladığı oldu.

Arkadaşına dönüp “Ne duruyorsun?” dedi Necip, “Herif yavaş gitsen de bağıracak, gitmesen de! Sireni de aç. Kökle gazı kardeşim !



CHAT - MESAJ PANOSU :

Yavuz ORAN'a mesaj bırakmak, yanıtları görmek ve siteye giriş yapmış arkadaşlarınız ile yazışmak için >>> TIKLAYIN